I want to be a part of it..Tunceli..Tunceli..

Tunceli yıllarca siyasi güdümlü olaylarla, çatışmalarla anılmıştı ve ben bu şehirde beni neyin beklediğinden bi haber kararsız bir biçimde 403'ün merdivenleri çıkıp, otobüsün kalkmasına tam 1.5 saat kala biletini kestirdiğim koltuğuma oturduğumda ertesi gün yapılacak sınavdan çok, bu kenti düşünüyordum. Yolculuk Türkiye şartları için pek uzun sayılmazdı. 'Sadece 8 saat' diyordum kendi kendime. '8 saat sonra ne olacak, nasıl olacak ayan beyan karşımda olacak'. Defalarca uyumayı denedim ama nafile. Belirsizlik ruh halimin her zerresinde, kıvranıp durdum daracık koltukta. Yolculuğun iyi tarafı ise Tunceli insanına, özellikle Ovacıklılar'a benzediğimi, yanımda oturan Dersimli bir memur arkadaştan öğrenmem oldu doğrusu. 'Bu iyi birşey olsa gerek'. Onlardan biri gibi görünmek hoşuma gitmiş, işime gelmişti doğrusu. Olası bir atanma durumunda stratejimi bu benzelik üzerine kurabilmek gibi komik bir düşünce belirdi aklımda. Sonrada güldüm tabi kendime. Maraş, Antep, Malatya derken birazda olsa uyumaya fırsat buldum. Gözümü açtığımda otobüs durmuş, bir asker içeride yolcularının kimliklerini topluyordu. 90'larda 'Türkiye'nin Doğusu'na bir çok kere seyahat etmiş biri olarak aslında rutin bir güvenlik önlemi olan kimlik kontrolüne defalarca denk gelmiştim ama kimliklerin toplanması nedense içimi ürpertti. 'İşte bir iç ülkeden başka bir iç ülkeye seyahatim burada başlıyor' diye geçirdim içimden. Asker kimliklerle birlikte otobüsü terk etti ve şöförümüz aracı hareket ettirdi. İşte o anda otobüsteki arkadaşların 'kimlikleri şehirin girişinde alıyorlar, çıkarken geri veriyorlar' şakasına istemsiz bir biçimde güldük ve biraz ileride otobüsümüz tekrar durdu, Bir süre sonrada 'şafak bilmem kaç' asker arkadaş kimliklerimizi muavine verip 'iyi yolculuklar' diledi. 'ya ne demezsin'! Dört bir yanımız dağlarla kaplı ve kıvrıla kıvrıla yaklaşıyorduk Kutsal Munzur'a doğru ama Munzur'un ne suyu ne izi vardı görüş alanımız dahilinde. Sadece 'bu bölgede bestelenmiş türkülerin vazgeçilmezleri başı dumanlı dağlar', 'karlı dağlar', 'mor dağlar'...

Kimlik kontrolünün üzerinden fazla bir zaman geçmeden varıyoruz menzilimize. 'Üniversite'nin önünde inmek istiyorum' dedim muavine. Zira Daha önce üniversiteye telefon açmış ve otobüsün üniversite binasının tam önünden geçtiğini öğrenmiştim. Muavinin 'Abi burda üniversite mi var' demesiyle 'işimiz var' diye geçiriyorum içimden ama yine de hala fazlasıyla kendimdeyim. Neyse kısa bir sürede muavinin yeni kurulan üniversiteden haberi olmayışının kurumu 'meslek yüksek okulu' olarak bilmesinden kaynaklı olduğunu öğreniyorum. Otobüsten iner inmez bacaklarım kara gömüldü. Etrafa bakındım ama üniversite binası olabilecek büyüklükte bir bina göremedim. Yanımda yine sınava elmiş başka bir arkadaşımla birlikte adım adım yaklaştık 'meslek yüksek okulu'na. Bir lise yerleşkesini andıran bir okul bulduk karşımızda. Okul viran denilebilecek bir halde. kantin dedikleri küçük bir binaya girdik. Bir süre bekledikten sonra öğrenciler içeri doluştu. Final sınavları başlamıştı ve hepsinin ellerinde ders notları vardı. Birkaç tanesi bizim akademisyenler için yapılacak olan mülakata geldiğimiz anlayınca yanımıza geldi ve sorular sormaya başladılar. Öğrencilerden biri nereli olduğumu öğrenince 'Tam katliam yerinden geliyorsun' demezmi. Tam da ihtiyacım olan motivasyon sağlanmıştı doğrusu. Nüfusu neredeyse tamamen Alevi olan bir şehirde Alevi katliamı yapılmış bir şehirden gelmiş birisiydim ve doğduğum şehrin tarihinde her daim kara bir leke olarak kalacak 'yere batası' olaylar başımı ağrıtacak gibi duruyordu. Aık olan birşey vardı; o da ağzımdan çıkacak her söze dikkat etmeliydim. Bir süre sonra mülakt sıramız geldi ve geçti. Artık şehir merkezine gitme vaktiydi, sorularımın neredeyse tümünün cevaplarıı bulacağım yere.

Şehir merkezi Atatürk Mahallesi'nin ıssızlığında sonra gözüme o kadar şirin göründü ki kendimi bir an için kayak yapmak için uludağ'a gelmiş gibi hissettim. İnsanların ne kadar sıcak kanlı ve cana yakın olduğunu her adımda daha da iyi öğreniyorduk. Her adımda biraz daha mutlu oluyordum. Şehir merkezi çok büyük değildi ama kasaba meydanı da değildi. İhtiyacıız olan herşey vardı. Gözüme ilk çarpan şey ise kafe ve oldukça modern pastahanelerin çokluğuydu. Şehir ve doğa birleşmişti. Bir yandı Kutsal Munzur, bir yanda karlı dağlar ve küçük bir kentin şirin merkezi. Kartpostal kahramanıydık o anda. Şehir merkezinde pek fazla vakit geçiremedik, öğretmen evinde yediğimiz yemeğin hemen ardından otogara geçtik benimle birlikte mülakata giren arkadaşlarla birlikte. ve otobüse binip ayrıldık asıl ismi 'Gümüş Kapı' anlamına gelen Dersim olan Tunceli'den.

ARadan Bir kaç gün geçtikten sonra mülakt aşamasını başarıyla geride bıraktığımı ve artık hayatımı Tunceli'de geçireceğimi öğrendim. Gerekli evrakları hazırladım ve bir an önce yola koyulmak istediğimi fark ettim. Kutsal Munzur, şırıltısı kulaklarımda, beni çağırıyordu. Aradan 10 gün geçmişti ki kendimi yeniden tanıdık bir manzaraya bakarken buldum. Yeniden Tunceli'deydim ve hzurluydum. Bu şehrin bir parçası olmak istiyordum. Aynı gün içerisinde mesai arkadaşım Ahmet'te şehre ulaştı ver birlikte gerekli işlemleri yapmak ve 'Biz geldik' demek için üniversiteye uğradık. Akşam üstü Sabahtan yer ayırttığımız PTT misafirhanesine yerleştik ve daha o gece derhal ev tutmamız gerektiği hususunda hem fikir olduk. Küçük bir şehirde ev bulmak sorun olacak diye düşünüyorduk. Tam 4 gün boyunca progmamız h,ç değişmişti. 'Kalk, kahvaltı yapmak için fırından birşeyler al, küçük çayhanelere git, duş al, üniversiteye uğra, ev ara, türkü bara düş'. Nihayetinde bir dubleks ev bulduk. Evin sahibi ise CHP'nin sevimli yüzü Kemal Kılıçtaroğlu'nun kardeşi çıktı. Yiğeni Fatih bizim yerimize Kocaeli'nde bulunan amcasıyla görüşüp ev kirasını belirledi. Ev yeni bitmişti. Çok güzeldi ama bir o kadar da kirliydi. Her yer inşaat küllüğüydü. Çabucak işe koyulduk ve evi temizlemeye başladık. Temizliği bitirmeye yaklaştığımız üçüncü günde bu evin bütçemizi biraz yıpratabileceğini fark ettik ve daha uygun bir fiyata tutabileceğimiz bir ev aramaya başladık. Sürekli yemek yediğimiz lokantanın Sinan'ın adresini verdiği bir eve bakmak üzere Ovacık Yolu'na doğru yola koyulduk ve hayallerimdeki ev karşımda duruyordu. Tunceli'nin en yeni ve en modern binalarından birinin Teras dairesi. Modern tasarımıyla kutu gibi bir ev. Hemen tuttuk tabi. Diğer evin kontratını derhal iptal ettik. Hiç zorluk çıkartmadılar ve hayırlı olsun dileklerini ilettiler. İşte o anda Tunceli'de olmaktan dolayı çok mutlu oldum. 'Başka bir yerde olsak bu kontratı asla iptal edemezdik' bunu biliyorduk. Zaten temiz olan evi bir kez de biz elden geçirdik . Ertesi Gün ben Rektörümüz Prof. Dr. Durmuş Boztuğ'dan Maraş'a dönüp, eşyaları toplayıp tekrar dönmek üzere izin istemek için üniversiteye gittim. Durmuş Hoca yanaklarımdan öpüp, babama selam söyledi. Uğurlar olsun dedi. 'Böyle bir Rektör bulunmaz' dedim kendime. Bir kez daha memlekete döndüm. Önceden tefirgin olan ailem benim ağzımdan Tunceli'yle ilgili çıkan her cümleyle biraz daha fazla gülümsüyordu. Herşey çok güzel olacaktı. Öylede oldu. Döndüğümün ertesi günü ihtiyacım olan mobilyaları aldım ve güzel evime yerleştirdik.

İlerleyen günlerde Tunceli'yi bir baştan diğer başa gezip durduk. Bir ilçeden diğerine, bir mesire yerinden diğerine. Dersim'in muhteşem doğasının tadını çıkardık çok uzun bir süre. Nisan ayında kayak yapmanın keyfini yaşadık. Ovacık Gözeleri'nde, Munzur Baba'nın gölgesinde, çağlayan suların hemen yanı başında huzur bulduk. Tunceli kayıp bir cennetti ve biz onu bulmuştuk. Çağdaş, kültürlü, cana yakın insanlarıyla bu şehir bizi hemencecik kabullenmişti; mutlu ve huzurluyduk.

Yorumlar