Eve
dönmek için arkadaşımın bürosunu onunla birlikte terk ettim. Binadan sokağa
adım atmak üzereydim ki daha önce benzerini işitmediğim bir tür patlama sesiyle
olduğum yerde dona kaldım. Aslında olanı biteni kanıksamış sayılırdım. Sonuçta
her yıl bunu benzer sesler duymaya alışmıştık. Ses bombası olduğunu düşündüm
oldukça yakından geldiğini sandığım o patlama sesini duyup, terk etmek üzere
olduğum iş hanının tam karşısındaki dükkânın camekânının sarsıldığını
gördüğümde. Her yıl bir kaç kere patlıyordu zaten ses bombaları bu şehirde -birileri
uyarılmak istendiğinde-. Ofisinden beraber çıktığım arkadaşımla beraber arabama
doğru ilerledik onun için tatilden dönerken aldığım Niğde patatesiyle dolu
çuvalı teslim etmek için. Öylede yaptık, sonrada vedalaştık. Arabamla Munzur'un kenarından kıvrılıp, Elazığ
yoluna bağlanan tali yolun sonuna ulaşıp, üzerinde yelekleri, büyük bir ihtiyat
ve müthiş bir hızla silahlarının şarjörlerini değiştiren polisleri gördüğümde işin
renginin farklı olduğunu anladım; can kaybı yaşanan bir saldırı olmalıydı bu.
Polislerin o halini görünce aksiyon filmlerinde sıkça gördüğüm, soymaya
çalıştıkları bankanın içerisinde sıkışınca rehine alan soyguncular ve dışarıda
operasyon hazırlığına girişen özel hareket timleri gözümün önüne geldi; ama bu
sefer durum böylesi basit bir kurgudan ibaret değildi. Yaklaşık beş yüz metre
ilerleyip Elazığ Karayolundan Cumhuriyet Mahallesine dönülen kavşağa geldiğimde
yaşanılanların bütün gerginliğini daha fazla hissettim. Yüzünde kızgınlık,
umutsuzluk ve endişe karışımı bir ifade olan polis memuru araçların kavşağın
ötesine geçmesinin yasak olduğunu gırtlağını parçalarcasına haykırıyordu.
Yaklaşık on dakika önce vedalaştığım arkadaşım da kavşakta durmuş olup biteni
anlamaya çalışıyordu. Yanına gittim ve ne olduğunu sordum. 'Herkes bir şeyler
söylüyor; kimi askeri aracın yoluna mayın döşemişler, kimi trafo patlatıldı,
kimi roketli saldırı yapılmış diyor' diye cevap verdi. Üzerimizde beş altı tane
kobra tipi helikopter alçak irtifada bölge taraması yapıyordu. Bizden üç yüz
belki dört yüz metre ilerde dumanlar yükseliyor, alev almış bir araç
görünüyordu. İnsanlar ana yol üzerinde biraz daha ilerleyip, durumun ne kadar
ciddi olduğunu anlamaya çalışıyordu. Yapılmakta olan yola dökülen asfaltı düzelten
bir kaç iş makinesi ise sanki hiçbir şey olmamış gibi dev gibi silindirleriyle
işlerini yapmaya devam ediyordu. Onlarca ambülâns olay yerine doğru acı siren
çığlıklarıyla olanca hızlarıyla gidip, henüz yaralı mı ölü mü olduğunu
öğrenemediğimiz insanları olanca hızlarıyla Devlet Hastanesine doğru
taşıyorlardı. Bir ara Tunceli-Elazığ arası sefer yapan Çağdaş Birlik firması araçlarından
birinin dörtlü ikaz sinyalini yakarak kaza yönünden geldiğini gördük. Sanırım onlar
da yaralı taşıyorlardı. Bize doğru yaklaşan ambülânsların önüne kendini atan
insanlar vardı; birilerinin yakınları mı yoksa sağlık personeli mi anlayamadık.
Bir savaşın içerisinde olduğumuza hiç şüphe yoktu.
Kavşakta bir süre daha durup, olup biteni
anlamaya çalıştıktan sonra bulunduğumuz yere çok yakın olan çalıştığım
fakültenin önüne geldim. Bir kaç memur ve güvenlik görevlisi de meraklı
gözlerle olay yerine doğru bakıyorlardı. Yanlarına geldiğimde bazı öğrencilerin
endişeyle patlamanın nedenini sorduklarını söylediler. Belli ki ellerinde
valizlerle daha yeni geldikleri şehirde, alışık olmadıkları bu olayın
gerginliğini yaşamış, oldukça kaygılanmışlardı. Kim bilir belki bazıları ertesi
gün kayıtlarını dondurup ya da bunu bile düşünecek kadar rahatlayamadan
memleketlerine dönecekler. Fakülte önünde bir süre bekledikten sonra şehir
merkezinde oturan bir arkadaşıma telefon açıp, olaylar yatışana, patlamanın
gerçekleştiği yol tekrar açılana kadar beni misafir edip edemeyeceğini sordum.
Sağ olsun hemen evine davet etti Can. Daha fazla olay yerine yakın olmak
istemiyordum. Trafiğin tekrar açılacağı ana kadar dört duvar içinde oturmak
istiyordum. Arkadaşımın evine geldiğimde olaya ilişkin görüntülerin bazı haber
ajansları tarafından internete yüklenen ve televizyon kanallarına verilen ilk
görüntülerini izledik. Yedi kişi ölmüştü. Altı askeri personel ve sağlıklı
yaşamak için eşiyle yürüyüşe çıkan ve yanlış zamanda yanlış yerde olmanın cürümünü
çeken, canından olan masum bir kadın.
Gece bültenlerinde patlamaya bütün detaylar
gün yüzüne çıkmıştı. Yeni yapılan yolda tesisat çalışması yapan iletişim şirketinin
aracı gasp edilmiş, içerisine yüklü miktarda bomba yerleştirilip askeri aracın
geçeceği güzergâhın ortasında, bozuk yolda park edilmiş, askeri araç o noktaya
ulaştığında patlatılmıştı. Şarapnel parçaları sivil plakalı minibüsün her
yerine saplanmış, camları kırıp içerideki insanların vücutlarına saplanmış ve
onları ve yol kenarında kocasıyla birlikte yürüyüş yapan masum kadını
öldürmüştü. Kadının eşi Elazığ Devlet Hastanesi’ne kaldırılmıştı. Yedi insan
demek yüzlerce aile yakını, binlerce dost ve onların kalplerine ateş düşmesi
demekti. Ya eşinin öldüğünden bir haber hastanede yatan adam? ‘Eşiniz öldü’
demişler miydi acaba adam gözlerini açtığında? Sanmıyorum; hemen
söyleyememişlerdir. Öğrendiğinde attığı çığlığı, feryadı figanı hayal bile
edemiyorum.
Şimdi
oturmuş düşünüyorum. Patlama olduğunda eve dönmek için arabama doğru
yönelmiştim ve yaklaşık on dakika sonra patlamanın gerçekleştiği noktadan geçecektim.
Belki de o aracın yirmi metre arkasında yol alıyor olabilir, patlayan bombadan
saçılan şarapnel parçaları ön camımdan içeri girebilirdi; bu yazıyı hiç
yazamayabilirdim. Bütün bunları birlerinin duygularını sömürüp, benim için üzülmelerini
beklediğimden yazmıyorum. Böylesi bir atmosferin içerisinde yemek yiyebildim,
sıradan şeylerden bahsedebildim ve hatta güldüm de. Öfkelenip, kızmadım mı;
üzülmedim mi? Elbette, ama bahsettiğim şeyleri de yapabildim. Yani kanla,
ölümle yaşamaya alıştığımı fark ettim. Kendime bile öylesine garip geliyor ki
bu durum siz ne düşünürsünüz bilemiyorum. Televizyon ekranlarından takip edilen
bir olayın içerisindeydim ama endişe duygum neredeyse kalmamış gibiydi. Yaşanılanları
hatırlatan tek şey her şeyin olağan akışında olduğu bir günde on dakikada
ulaştığım evime yaklaşık kırk dakikada ulaşmama neden olan yoğun trafikti.
Akşam evlilik arifesinde olan bir
arkadaşımla görüştüm. Olay burada yaşanılmıştı ama anlaşılan bu şehirden uzakta
olmak burada yaşanılanların etkisinden sizi uzak tutamıyordu. 'Geçmiş olsun'
dedi arkadaşım. Annem babam haricinde olayın akabinde beni arayan tek kişi
oydu.'Hepimize geçmiş olsun' dedim. Telefonda açıkça söyleyemedi kız arkadaşı
yanında olduğu için ama daha sonra attığı mesajdan anladığım kadarıyla kız arkadaşı
bu şehre gelmek istemiyordu artık. Ölümle burun buruna yaşamak istemiyordu herkes
gibi o da. Belki kızın annesi de kesin bir dille müsaade etmediğini kızarak,
bağırarak söyleyecek kızına. Hak vermesine veriyorum bu endişeli itirazlarına
ama bu ve benzeri olaylar yaşanıldığında kimsenin empati içerisine girmemesi de
kızdırmıyor değil hani. Gözden çıkarılmışlık duygusu kaplıyor her seferinde insanı
bu tip şeyler yaşanıldığında. Öyle olmasa da kimse umursamıyormuş gibi geliyor
işte burada çalışan, yaşayan insanlara.
Bütün bu yazdıklarımdan sonra oturup ülkenin
batısında yaşayan insanları eleştirip, suçlamak ya da onları herhangi bir vicdan
azabına sürüklemek için kendimi paralamak niyetinde değilim. Neticede herkes
bulunmak zorunda olduğu yerde ve başka türlü de olmamaz. Kimsenin böyle bir
atmosferi yaşamasını da asla dilemem. Ama şunu da belirtmeden geçemeyeceğim.
Ölümlere alışmamalı hiç kimse; sonuçta insanın tecrübe etmediği bir şeye
alışması normal değil. Bu yazıyı okuyan sizlerden ricam şudur: düşünün,
sorgulayın bütün bu yaşamlar neden son buluyor diye. Bu ülkenin herhangi bir
yerinde küçücük bir metrekare içerisinde bile olsanız bile, 'bu iş nasıl
çözülür, ben ne yapabilirim' diye düşünün lütfen. Sadece kırılıyoruz bazen size
günlük işlerinizin arasında unutulmaktan ötürü; gerçektende kızmıyoruz size.
Biz çok iyi biliyoruz ki siz de çok üzülüyorsunuz o tarafta.
Saygılarımla
Ömer Faruk Narlı
26.09.2012, 01:57
Tunceli
Yorumlar